YUMUŞAMA DÖNEMİ(DETANT)
Yumuşama, farklı ekonomik ve toplumsal sistemlere sahip
ülkeler ya da ülke grupları arasında barış içinde, bir arada yaşamayı
amaçlayan, uzun süreli ve kapsamlı bir işbirliğini amaçlayan, gerginliğin
aşamalı olarak azaltılmasını öngören politikadır. Bu tabir ilk kez soğuk savaş
döneminde kullanılmıştır. Yumuşama, doğu-batı ilişkilerinde çatışma ve
gerginliğin azaldığı tarihsel bir süreçtir. Globalleşen dünyada,
uluslararasında çıkabilecek çatışmaların ve anlaşmazlıkların ciddi boyutlara
ulaşmaması için, devletlerin daha tedbirli ve belli kurallara göre hareket
etmeleridir.
Bu dönem, Doğu ve Batı blokları arasında sürdürülen
silahlanma yarışını durdurma, bazı silahlarda sınırlandırmaya gitme dönemidir.
Yani anlaşma ve işbirliği aşamalarından oluşan bir süreçtir.
Yumuşamanın Mimarları:
1953 yılında SSCB lideri Stalin’in ölümünden sonra Sovyet
Rusya, Batılılar karşısında daha yumuşak ve uzlaşmacı bir politika izlemeye
başlamıştır. Rusya’da Komünist partinin başına geçen Kruşçev, ilk kez
kapitalist sistem ile komünist sistem arasında birliktelik anlayışından söz
etti. Bu durum uluslararası gerilimin azalması, iki dünya arasındaki buzların
erimesi ve barışçıl birlikteliği başlatmıştır.
Kruşçev’in, 1959 yılında ABD’yi ziyaret etmesi, daha sonra
1961 yılında ABD Başkanı Kennedy ile Viyana’da buluşması barışçıl birlikteliği
ve yumuşama politikasını olumlu yönde etkilemiştir. Bu iki başkanın bir araya
gelmesinden sonra, ABD Başkanı Nixon’ın 1972’de Çin’in Başkenti Pekin’i ziyaret
etmesi de yumuşamada etkin rol oynamıştır. Bu ziyaret ABD ile Çin arasındaki
ilişkileri normalleştirirken askeri işbirliğinin yaşanmasına da yol açmıştır.
1. KÜBA BUHRANI (1962)
1959’da Küba’da, bir darbe sonucu ABD yanlısı diktatör
Batista’yı devirerek yönetimi ele geçiren Fidel Castro, komünizme dayalı bir
yönetim kurmak için SSCB yanlısı bir politika izlemeye başlamıştır. Castro,
muhtemel bir ABD müdahalesine karşı SSCB ile ilişkilerini sıkılaştırmıştır. Bu
gelişmenin ardından Küba’ya, Sovyet füzelerinin yerleştirilmesini kabul
etmiştir. Bu füzeler doğrudan ABD topraklarını tehdit etmiştir. ABD, U–2 casus
uçaklarını kullanarak Küba’ya, SSCB’nin, füze yerleştirdiğini belirlemiştir.
Bunun üzerine ABD’nin, Küba siyaseti sertleşmeye başlamış,
bütün bu gelişmeler Küba bunalımını ortaya çıkartmıştır.
Kıyılarına 90 mil uzaktaki bir adada komünizm rejiminin
yerleşmesini tehlikeli bulan ABD, Başkan Kennedy’nin talimatıyla Küba’ya karşı
1961’de Domuzlar Körfezi çıkartmasını yapmış, Küba havaalanlarını
bombalamıştır. Küba krizi, ABD ve SSCB’yi nükleer bir savaşa doğru sürüklemeye
başlamıştır.
ABD, ülkesinin büyük kısmını vurabilecek nükleer başlıklı
füzeleri SSCB’den kaldırmasını istemiştir. ABD Başkanı, Küba’daki füzelerin
kaldırılması için her yola başvuracağını belirtince, SSCB Başkanı Kruşçev, daha
fazla gerilim yaratmamak için geri adım atmıştır. Kruşçev, yaptığı açıklamada,
ABD’nin, Türkiye’deki Jüpiter füzelerini sökmesi karşılığında, SSCB’nin de
Küba’daki füzeleri sökeceğini belirtmiştir. Karşılıklı füze sökümünün kabulü
ile Küba buhranı atlatılmış oldu.
Bu kriz ABD ve SSCB’yi nükleer savaş tehdidine son verme
konusunda uzlaşma çalışmalarına yöneltmiştir. Böylece Washington ve Moskova
1963’te kırmızı telefonla birbirine doğrudan bağlandı. Nükleer silah
kullanımında misilleme anlayışından uzaklaşıldı. Nükleer silahlar konusunda
yasaklar içeren antlaşmalar yapıldı. Ancak kendilerinde atom bombası olan
Fransa ve Çin bu duruma tepki gösterdi.
2. SİLAHSIZLANMA ÇABALARI
1960’lardan itibaren silahsızlanma konusunda atılan adımlar
Yumuşama (Detant) havasının oluşumunda önemli gelişmeler sağlamış ancak ortaya
çıkan sonuç gösterilen çabalarla aynı doğrultuda olmamıştır. Günümüzde bile,
silahlanma için yapılan harcamalar azalmamış, hatta her yıl devamlı bir artış
göstermiştir.
Sovyet Rusya’nın, Batının teknolojisinden geri kaldığını
anlaması doğu- batı münasebetlerinde bir yumuşamanın belirmesine neden
olmuştur. 1961’de ABD adına Kennedy ile SSCB adına Kruşçev’in bir araya gelmesi
Yumuşama da önemli bir adım olmuştur
1963’te atmosferde, uzayda ve deniz altında nükleer
denemeleri yasaklayan Moskova Antlaşması imzalanmıştır.
3. NÜKLEER SİLAHLARI SINIRLANDIRMA ANTLAŞMALARI (1963–1970)
5 Ağustos 1963’te ABD, SSCB, İngiltere arasında imzalandı.
Dünyada birçok devlet bu antlaşmayı olumlu karşılarken, nükleer çalışmalarını sürdüren
Çin ve Fransa bu 3 devletin nükleer tekelini sürdürmek istediklerini, bu duruma
karşı olduklarını belirterek antlaşmayı kabul etmediler. Bu antlaşma nükleer
tehdidi kaldırmak veya azaltmaktan çok, bloklar arasındaki gerginliğin
yumuşamasına katkı sağlamıştır.
a) SALT–1 (Anti balistik silahların üretiminin
sınırlandırılması):
1969 yılında SSCB ile ABD arasında Stratejik Silahların
Sınırlandırılması Görüşmeleri-1 (SALT 1) başladı.1972 Mayıs ayında ise ABD
Başkanı Nixon ile SSCB Başkanı Brejnev arasında Salt 1 Antlaşması yapıldı. Bu
antlaşma ile sahip olacakları silahlara nicelik ve nitelik bakımından sınırlama
(nükleer başlıklı stratejik silahlara sınırlama) getirdiler.
b) SALT 2:
Salt–2 görüşmeleri 21 Kasım 1972’de Cenevre’de
başlamıştır. ABD, Salt–1 antlaşmasında yer alan denizaltıların ve füzelerin
sınırlandırılması maddesini, SSCB ile eşit şartlarda olması karşılığında kabul
edeceğini belirtmiştir. Bunun üzerine Salt–2 antlaşmasında ABD ile SSCB
arasında eşitlik olması ilkesi kabul edilmiştir. Salt–2 antlaşması, 18 Haziran
1979’da Viyana’da ABD Başkanı Jimmy Carter ile SSCB adına Brejnev arasında
imzalandı. Ancak SSCB’nin 1979’da Afganistan’ı işgal etmesi ABD’nin, Salt–2
Antlaşmasını uygulamaktan vazgeçmesine neden oldu. Bu durum ABD kamuoyunda
Detant ve silahsızlanma konularında SSCB’nin samimi olmadığını, kendi
yayılmaları için müsait bir ortam yaratma amacında oldukları yorumları
yapılmasına neden oldu. Böylece 7 yıl sürmesine rağmen Salt–2 görüşmelerinden
bir sonuç alınamamış oldu.
c) Pekin Ziyareti:
Çin’in dış politikası, hem SSCB hem de
ABD emperyalizmine karşı çıkma ve 3. Dünya ülkeleriyle iş birliği yapmak
esasına dayanıyordu. Ancak 1971’de ABD adına Ulusal Güvenlik Danışmanı Henry
Kissinger’in Çin’e yaptığı tarihi ziyaret ve Başkan Nixon’un 1972’de Pekin
ziyaretiyle iki ülke arasındaki ilişkiler normalleşmeye başlamış, iki ülke
birbirine yakınlaşmıştır. Aslında SSCB tehdidi karşısında ABD, güvenlik stratejisi
kurmak amacıyla Çin’e yaklaşmıştır. Çin de, iki süper güçten birini seçmek
zorunda kalmıştır.
4. HELSİNKİ NİHAİ SENEDİ (1975)
Yumuşama döneminin Avrupa’da yaşanan en önemli gelişmesidir.
Bu senet; bloklar arasında barış ve işbirliğini sağlayan bir bildiridir.
II. Dünya Savaşından sonra değişen kuvvet dengelerini
yansıtabilecek bir anlaşmanın yapılmamış olması Avrupa’daki siyasi
istikrarsızlığın nedenlerinden biriydi.
Bu durumda Batı Bloğu Avrupa güvenliği konusunda görüşmeyi
kabul etmiş, Finlandiya’nın Helsinki kentinde “Avrupa Güvenlik ve İşbirliği
Konferansı” (AGİK) toplanmıştır. Avrupa’nın güvenliği konusundaki bu
görüşmeler, 22 aylık bir çalışmadan sonra 1 Ağustos 1975’te Helsinki Nihai
Senedi’nin imzalanmasıyla sonuçlanmıştır. Böylece 35 imzacı devlet arasındaki
ilişkilere rehberlik edecek ilkeler belirlenmiştir.
Bu senet, II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’da oluşan sınır
ihlallerinin kabul edilmezliğini, devletlerin toprak bütünlüğünün korunması ve
iç işlerine karışılmaması gerektiğini, anlaşmazlıkların barışçıl yollarla
çözülmesi gerektiğini ilke olarak kabul etmiştir.
Böylece genel olarak; Avrupa güvenliği, çevre, teknoloji,
bilim, ekonomi, insan haklarına ve temel özgürlüklere saygı, devletlerarası
işbirliği yapma ve diğer alanlarda işbirliğini amaçlamıştır. Bu senette ayrıca,
Avrupa’nın herhangi bir dış saldırıya karşı ne gibi önlemler alması gerektiği
de vurgulanmıştır.
Bu senet Avrupa’da gerginlikleri önleyici bir hava
yaratmıştır.
5. U–2 HADİSESİ (1960):
ABD, SSCB’nin askeri faaliyetlerini yakından takip etmek ve
gözlemlemek için U–2 uçaklarını kullanmıştır. Ancak U–2 uçaklarından biri 1960
Mayısında yine istihbarat elde etmek için Türkiye üzerinden Sovyet topraklarına
doğru ilerlerken motorlarındaki arıza nedeniyle Sovyet sınırında radara yakalandı
ve düşürüldü. SSCB’de bu uçakların casus uçağı olduğunu tüm dünya kamuoyuna
duyurdu.
6. YUMUŞAMA DÖNEMİ’NDE ASYA’DAKİ GELİŞMELER
a) Vietnam Savaşı (1965–1973):
Yumuşama Döneminde önemli
gelişmeler olmasına rağmen yine de devletler arasında sıcak çatışmalar
önlenememiştir. ABD ve SSCB bir kez daha bu olayda karşı karşıya gelmişlerdir.
Vietnam Savaşı bir süper güç olan ABD’nin 17 milyon nüfusa
sahip bir ülkede nasıl bataklığa saplandığının hikâyesidir. Amerika, Kuzey
Vietnam’ı Asya’daki büyük komünist bloğun ileri bir karakolu olarak görüyordu.
Ayrıca, ABD, Kuzey Vietnam’ın, ABD yanlısı Güney Vietnam’da komünizmi yaymaya
çalıştığını ileri sürüyordu. Bu amaçla ABD, Güney Vietnam’a askeri ve ekonomik
destek verdi.
Uyarı: 1975 yılında Finlandiya’nın Başkenti Helsinki’de
toplanan bu zirve 1815 Viyana Kongresinden sonra Avrupa’da yapılan en geniş ve
en kapsamlı toplantıdır. Bu senet, Yumuşama politikasının yerleşmesi ve
gelişmesinde önemli bir yere sahiptir. Uyarı: Nükleer silahların ve diğer kitlesel yok etme
araçlarının okyanus tabanına yerleştirilmesinin yasaklanması Antlaşması (1970).
Bu Antlaşma ABD ve SSCB arasında imzalanıp BM kurulunca da kabul edilmiştir.
Yani Vietnam Savaşı sırasında ABD ve SSCB arasındaki
çatışmalar dolaylı yollardan gerçekleşti. Bu arada SSCB’nin güdümünde olan
Kuzey Kore, Güney Vietnam’ı sınırlarına katmak için askeri birlikleriyle
saldırıya geçti. Amerikan birliklerine karşı gerilla taktiği uygulayarak
başarılı oldu.
Savaş sırasında Amerika’nın kullandığı Napalm bombaları
yüzünden Vietnam’da binlerce insan öldü. Böylece ABD’ye, dünyanın birçok
bölgesinden tepkiler ve protestolar yağdı. ABD, kendi ülkesinde bile insanlar
tarafından kampanyalara ve protestolara maruz kaldı.
ABD’nin, 55 bine yakın askerini bu savaşta kaybetmesi, büyük
maddi yüke ve can kaybına uğraması ABD’de çalkantılara, kamuoyunun, yönetime
yoğun tepki göstermesine neden oldu. Çünkü bu savaş ABD kamuoyu için nedeni
anlaşılamayan anlamsız ve amaçsız bir savaş haline gelmişti. Vietnam Savaşı,
ABD için tam bir başarısızlık oldu. ABD Kongresi de Başkan Johnson’un yanlış
değerlendirmeleri ile kendilerini yanılttığını belirtti. Böylece Başkan Johnson
yerine seçilen Nixon ABD askerlerini Vietnam’dan çekme kararı almıştı.
b) Keşmir Sorunu:
Keşmir, Pakistan’ın kuzeyinde yer alan
bereketli topraklara sahip bir bölgedir. Bölgenin çoğu Müslüman olduğu için,
Pakistan bölgeyi kendi topraklarına katmak istiyordu. Böylece, bu bölge Pakistan
ile Hindistan arasında anlaşmazlığa neden oldu. 1947’de Pakistan ve Hindistan,
İngiltere’den ayrılıp bağımsızlıklarını ilan edince Keşmir halkı Pakistan
yanlısı olmasına rağmen, Keşmir yöneticisi ülkeyi para karşılığında Hindistan’a
satıp İngiltere’ye kaçmış böylece Keşmir sorunu patlak vermiştir.
1947’de önce Hindistan, Keşmir’i ilhak etmiş bu durum iki
ülke arasında savaşlara neden olmuştur. Daha sonra da Pakistan ordusunun
Keşmir’in bir kısmını almasıyla Keşmir 2’ye ayrılmıştır. Bu savaşlarda çok fazla
kan dökülmüş ve askeri çözümün olmadığı anlaşılmıştır. Bu sorun nedeniyle
Pakistan ve Hindistan 3 kez savaşmışlardır. 1965’te BM Güvenlik Konseyi kararı
ile ateşkes yapılmıştır. Ateşkese rağmen Hindistan-Pakistan gerginliği
sürmüştür. Çünkü her iki tarafta hala önemli toprakları ellerinde bulundurmaya
devam etmişlerdir.
1966 ise, SSCB’nin araya girmesiyle Pakistan ve Hindistan
devlet başkanları arasında “Taşkent Deklarasyonu” imzalanmıştır. Buna göre iki
tarafta eski sınırlarına geri çekilecek ve birbirlerinin iç işlerine
karışmayacaklardı.
BM Güvenlik Konseyi 1948–49 ve 57’de aldığı kararlarla
Keşmirlilere kendi geleceklerini tayin etme hakkı vermiştir. Ancak Hindistan
buna karşı çıktığı için sorun çözülememektedir. Bu nedenle Keşmir sorunu
çözümlenememiş bir şekilde günümüze kadar gelmiştir.
c) SSCB’nin Afganistan’ı İşgali:
1921 yılı başlarında
SSCB’nin, Orta Asya’ya yayılma politikası sonucunda çok sayıda Türk’ün
Afganistan’a sığınması, SSCB ile Afganistan arasındaki ilişkilerin bozulmasına
yol açmıştı. Burada Rusya’nın asıl amacı; Afganistan’ı ele geçirerek Basra
Körfezine, dolayısıyla Ortadoğu petrollerine ve Hint Okyanusuna ulaşmaktı.
1973 yılına kadar Krallıkla yönetilen Afganistan’da eski
rejim yıkılarak Cumhuriyet ilan edildi. Bu tarihten sonra Afgan yönetimi,
SSCB’ye yaklaşan bir tutum sergiledi ve ülke iç karışıklıklara sürüklendi.
1978’de komünistler bir hükümet darbesi gerçekleştirdi ve Afganistan Demokratik
Cumhuriyeti kuruldu. Yeni yönetim Marksistlerle yakın ilişkiler kurdu ve aynı
yıl SSCB ile Afganistan arasında “Dostluk, iyi komşuluk ve işbirliği
Antlaşması” imzalandı.
Bu gelişmeler üzerine ülkedeki Sovyet yanlısı iktidara
karşı, ulusal direniş hareketi başladı. Bu iç savaş sırasında mevcut yönetim,
SSCB’den yardım istedi. Bunun üzerine Afganistan’a kısa sürede çok sayıda
Sovyet uzman ve askeri geldi. Sovyetler, 27 Aralık 1979’da Afganistan’ı fiilen
işgal etti. Bu işgal hareketleri Batılı devletlerce tepkiyle karşılandı. Afgan
direnişçileri, ABD’den de destek alarak gerilla savaşı ile milli direnişe
başladılar. Böylece Afganistan ne zaman sona ereceği tahmin edilemeyen bir iç
kargaşa ortamına girmiş oldu.
Afganistan’daki bu çatışmalara son vermek için 14 Nisan
1988’de Cenevre Antlaşması imzalandı. Bunun üzerine SSCB, 1989’da
Afganistan’dan çekilmeye başladı. Bu çekilmeden sonra Afganistan’da yine
iktidar mücadelesi yaşandı. Nitekim 1997’de aşırı dinci Taliban örgütünün
ülkeyi sarsan olayları tüm dünyayı, özellikle de SSCB’yi yakından etkiledi.
d) Spor – Siyaset İlişkisi:
SSCB’nin, 1979’da Afganistan’ı
işgali sonrası ABD öncülüğündeki (Türkiye’de dâhil) 62 ülke, 1980 Moskova
Olimpiyatlarını boykot etmiştir. Bu gelişmeler üzerine 1984’te Los Angeles
Olimpiyatlarını da güvenlikleri gerekçesiyle (Romanya hariç) SSCB ile Doğu
Bloğu ülkeleri boykot etmiştir.
Uyarı: 2008 Pekin Olimpiyatları öncesinde Uygur ve
Tayvanlıların, Çin’e karşı yaptığı gösterileri, Çin’in sert bir şekilde
bastırması Olimpiyatlara gölge düşürmüştür.
7. YUMUŞAMA DÖNEMİ’NDE ORTADOĞU’DAKİ DİĞER GELİŞMELER
II. Dünya Savaşından sonra Ortadoğu’daki gelişmeleri
etkileyen en önemli faktör İsrail Devleti’nin kurulmasıdır. 1945’de Arap
devletleri, “Arap Birliği”ni kurarak örgütlenmişler, ancak 1948’de İsrail
Devleti’nin kurulmasıyla bu işgalci devletle mücadeleye başlamışlardır. Bunun
sonucunda 1948, 1956, 1967, 1973 Arap-İsrail Savaşları yapılmıştır. Artık,
İsrail sorunu ve bu sorunun çözümü Arap devletlerinin başlıca amacı olmuştur.
1952’de Mısır’da bir darbe ile Krallığı yıkan Cemal Abdül
Nasır, Araplar arasında dayanışmayı güçlendirmek amacıyla “Büyük Arap Devleti”
düşüncesini yeniden ortaya atmıştır. Nasır, 1956’da Süveyş kanalını
devletleştirerek, Batılı devletlerle aralarındaki köprüleri tamamen yıktı.
Bunun üzerine İngiltere ve Fransa aynı yıl İsrail Devleti’ni, Mısır’a
saldırttılar.
a) Camp David Antlaşması (1978):
1970’li yıllarda Mısır’ın
ekonomik sıkıntılar içinde olması ve İsrail’in işgal ettiği topraklardan
çekilmesini sağlamak istemesinden dolayı Mısır, ABD ile yakınlaşmaya başladı.
Çünkü İsrail savaşları, Mısır’ın ekonomisini bozmuştu. 1977’de Mısır ile İsrail
arasındaki hava iyice yumuşadı. Mısır, kalıcı bir barış istediğini ve bu
barışın da İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesi ile mümkün olacağını
bildirdi. Bu diyalogu Arap ülkeleri tepkiyle karşıladı.
Bu antlaşma 1978’de, Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ile
İsrail Başbakanı Begin arasında ABD öncülüğünde (tanık olarak) ABD Başkanı’nın
Camp David’deki ikametgâhında imzalanan antlaşmadır. Antlaşmaya, Yahudi
sempatizanı ABD Dış İşleri Bakanı Henry Kissinger aracılık yapmıştır.
Antlaşmaya göre İsrail, 1967 Arap-İsrail Savaşında işgal
ettiği Sina yarımadasından çekilecek, Gazze şeridinde Filistinlilere özerklik
verilecekti. Mısır ise, buna karşılık İsrail’i resmen tanıyacak, İsrail ile
diplomatik ilişkiler başlatacaktı.
Yani İsrail ile Mısır arsındaki barışın
esasları çizilmekteydi. Onaylanan bu antlaşma ile 1948’den bu yana süregelen
Arap-İsrail savaşları bir süreliğine sona ermiştir.
Bu antlaşmanın imzalandığı açıklandıktan sonra diğer Arap
ülkeleri Enver Sedat’a büyük tepki göstermiş ve Kahire’de bulunan elçilerini
geri çekmişlerdir. Üstelik Mısır, Arap Birliğinden de atılmıştır.
Camp David Antlaşması, FKÖ ile Arap dünyasının tamamında
büyük bir tepkiye yol açmış ve Mısır’a karşı büyük bir siyasal ve ekonomik
boykota girişilmiştir.
Bu gelişmelerden sonra Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat,
ülkesindeki radikal İslamcıların tepkisi sonucu öldürülmüş ve yerine 1981’de
Hüsnü Mübarek geçmiştir.
b) İslam Konferansı Teşkilatı (1969):
İsrail’in işgalindeki
Kudüs’te, Avusturyalı bir Yahudi’nin 21 Ağustos 1969’da Mescidi Aksa’yı
kundaklamayı denemesinden sonra 25 Eylül 1969’da İslam Ülkeleri Başkanları
tarafından kurulan bir teşkilattır. Bu teşkilata, Türkiye’nin de içinde olduğu
57 ülke üyedir.
İslam Konferansı Teşkilatı, bugün İslam âleminin tek çatı
altında toplandığı tek kuruluş sıfatına sahiptir. Bu teşkilat İslam ülkeleri
arasında yakınlığı ve iş birliğini arttırmak, Müslümanlarca kutsal kabul edilen
yerlerin güvenliğini sağlamak, İslami dayanışmayı oluşturmak gibi amaçlarla
kurulmuştur.
İslam Konferansı Teşkilatı’nın Genel Sekreterliğini 2005
yılından itibaren Ekmelettin İhsanoğlu yapmaktadır. Aynı zamanda Tarihçi olan
İhsanoğlu, bu teşkilatın ilk Türk Genel Sekreteridir.
c) 1973 Petrol Krizi ve OPEC’in Kuruluşu:
Krizin sebebi;
Arap ülkelerinin, petrolü Batı dünyasına karşı siyasi koz olarak kullanmak
istemeleridir (1970’den itibaren bütün Ortadoğu ülkelerinde, petrol
şirketlerine devletçe el koyma eğilimi olmuştur). Ayrıca 1973 Arap-İsrail
Savaşı da bu krizi hızlandırmıştır.
OPEC:
1960 Ağustos ayında kurulan ve o dönemde üye sayısı 13
olan “Petrol İhraç Eden Ülkeler Teşkilatı”dır. ABD’nin zorunlu petrol kotaları
koyarak kendi pazarlarına sahip çıkması ve büyük şirketlerin petrol fiyatlarını
düşürmesi; üretici ülkelerin OPEC’i kurmalarına yol açmıştır. Bu kuruluş,
petrol fiyatlarının belirlenmesi ve üye ülkeler arasındaki sorunların
çözümlenmesi gibi amaçları gütmüştür.
OPEC’in Kurucu Üyeleri:
Suudi Arabistan, İran, Irak, Kuveyt
ve Venezüella’dır.
İlk olarak ham petrol fiyatlarındaki düşüşü durdurmak
gayesiyle Venezüella’nın teklifi ile kurulan teşkilatın merkezi, başlangıçta
Cenevre iken, 1965’te Viyana’ya taşınmıştır. OPEC’in ilk kararı petrol fiyatlarını
arttırmak olmuştur.
OAPEC (Petrol İhraç Eden Arap Ülkeleri Teşkilatı):
Arap
ülkeleri petrolü siyasi bir araç olarak kullanmak amacıyla bu teşkilatı
kurmuşlardır. 1973 yılında Yom Kippur (Ramazan) Savaşı sırasında petrol
üreticisi Arap ülkeleri, İsrail yanlısı gördükleri batılı ülkelere yaptıkları
petrol ihracatını geçici olarak durdurdular, petrol fiyatlarını 4 dolardan 11
dolara çıkartarak, petrolü siyasi silah olarak kullandılar (1973 Petrol Krizine
yol açtılar).
d) İkinci Petrol Krizi (1979):
Petrolde yaşanan ikinci şok,
1979 İran Devriminden sonra olmuştur. Bu gelişmeden sonra petrol fiyatları
yeniden tırmanışa geçmiştir. OPEC’te, bu gelişmelerden sonra fiyatları 3 kat
arttırmak zorunda kalmıştır. Bu krizde, batılı ülkelerin ekonomik kaybı 1973
krizinden daha fazla olmuştur. Bunun üzerine bir takım faaliyetlere girişen
Batılılar, OPEC’in 1980’den itibaren dünya petrol fiyatlarındaki etkisini
azaltmaya çalışmışlardır. Batılı sanayileşmiş ülkeler, başta kömür ve nükleer
enerji olmak üzere farklı enerji kaynaklarına yönelmişlerdir. Kendi ülkelerinde
petrol arama ve çıkarma çalışmalarına da ağırlık vermişlerdir. Petrol
ihtiyaçlarını Meksika, SSCB gibi OPEC dışındaki petrol ihracatçısı ülkelerden
karşılamaya başladılar.
8. İRAN- IRAK SAVAŞI (1980–1988)
İran ile Irak arasında 8 yıl süren savaştır. Savaşın asıl
nedeni, İran’ın daha önceki antlaşmalarla Irak’a bıraktığı Şattül Arap
bölgesini, ABD’nin de desteğiyle geri almak istemesidir.
Şattül Arap: Deniz ve su ulaşımı konusunda yaşanan suyolu
sorunudur. Yani Basra körfezi ve Şattül Arap üzerindeki egemenlik
mücadelesidir.
1979’a gelindiğinde İran Şahı Rıza Pehlevi devrilerek
Şiiliğin savunucusu olan Humeyni iktidara gelmiştir (Bu tarihten sonra ABD,
İran’ı desteklemekten vazgeçerek Irak’la yakınlaşmış ve Irak’a her türlü silah
yardımını yapmıştır). Bu arada Irak’ta, Baas (diriliş) düşüncesini savunan
Saddam da 1979’da iktidara gelmişti.
Saddam Hükümeti de İran’daki Arap bölgesi olan Kuzistan’da
karışıklıklar çıkartarak buraya özerklik verilmesini istemiştir (Bu bölgeyi
sınırlarına katma politikası izlemiştir). Böylece iki devletin arasındaki
ilişkiler daha da gerilmiş, bu durum savaşların başlamasına yol açmıştır.
8 yıl süren savaşlar yaklaşık 1 milyon kişinin ölümüne, 150
milyar dolar hasara, her iki ülkede ağır yıkımlara yol açmıştır. Irak’ın
saldırısıyla başlayan savaş, İran’ın direnmesiyle yıpratma savaşına dönüşmüş ve
batılı ülkelerin çıkarlarına uygun bir şekilde galibi olmadan sonuçlanmıştır
(Taraflar birbirlerine üstünlük sağlayamamışlardır).
Irak ve İran birbirlerinin petrol tesislerine ve gemilerine
saldırınca sanayisi için petrole ihtiyaç duyan ABD, Irak’a yaklaşarak savaş
boyunca Irak’ı desteklemiştir. Savaşta iki Müslüman ülke ekonomik, siyasi ve
sosyal olarak büyük bir yıkım yaşamıştır. Irak’ın, Şattül Arap su yolunda ortak
denetim kurma isteği nedeniyle barış görüşmelerinden de bir sonuç
alınamamıştır.
Savaşan taraflar ufak kazançlar için ekonomik kaynaklarını
tüketmiştir. İki ülkenin petrol tesislerine saldırıları petrol üretimini
düşürmüş, petrol fiyatları artmıştır. Oysa savaş sonunda İran-Irak sınırı
değişmemiştir. Savaş sonunda İran’da muhalefet tasfiye edilmiş, İslam devrimi
tamamen kalıcı hale gelmiştir. Savaş silahları ve araçları bakımından dışa
bağımlılığın zararını gören İran, kendi silah sanayisini kurmaya başlamıştır.
Irak’ın bu savaş sırasında borç alarak silah satın alması, bu borçları ödemekte
zorlanmasına ve 1990’da Kuveyt’e saldırmasına neden olmuştur (Kuveyt’in petrol
kuyularını ele geçirmeye çalışmıştır). 1990’da Irak, Kuveyt’e girince ABD ile
savaşma ihtimali nedeniyle Irak, İran’dan aldığı toprakları geri vermiştir.
Saddam Hüseyin, 1990’da Kuveyt’in, Irak’a ait petrolü
çaldığını, çok üretim yaparak petrol fiyatlarının düşmesine neden olduğunu ve
bu durumdan Irak ekonomisinin olumsuz etkilendiğini belirtmiş ve bunlara
karşılık Irak’ın, Kuveyt’e borcunun silinmesini istemiştir. Bu istekleri kabul
edilmeyince de Kuveyt’e girmiştir. Ancak 28 devlet, Kuveyt’in yanında yer alıp
Irak’a savaş açmışlardır. 1991’de Irak, Müttefik Kuvvetlerinin gücü karşısında
ateşkese razı olmuştur. Irak’ın, Kuveyt’e saldırması üzerine Türkiye üslerini
ABD’ye açmış böylece İncirlik hava üssü’nden Irak’a hava saldırısı
düzenlenmiştir. Ayrıca Saddam’ın, Kuveyt’teki askerlerini azaltması için
Türkiye, Irak sınırına 8 tümenlik asker yerleştirmiştir. BM’nin, Irak’a ambargo
kararı üzerine Türkiye, Kerkük-Yumurtalık boru hattını kapatmıştır.
a) I. Körfez Savaşı:
1990–91 yıllarında BM adına ABD
öncülüğündeki koalisyon güçleri ile Irak arasında yapılan savaştır. Irak Devlet
Başkanı Saddam’ın, Kuveyt’i işgali ile savaş başlamıştır. Koalisyon güçleri,
Irak’ı yenerek Kuveyt topraklarından çekilmesini sağlamıştır. Fakat bu savaş
Arap birliği düşüncesini iyice zayıflatmıştır. Bu savaşın ardından İran’ın
bölgedeki etkinliği artmış ve Orta Doğu’daki köktenci akımlar iyice
güçlenmiştir (Şii, Sünni ve Kürtler arasında mücadeleler artmıştır).
NOT: Irak’ın kuzeyinde meydana gelen otorite boşluğu
Türkiye’de terör faaliyetlerine ortam hazırlamıştır.
b) II. Körfez Savaşı: ABD, I. Körfez Savaşından itibaren
ambargo altında tuttuğu Irak’a, 2003’te II. Körfez Savaşını başlatmıştır. Bu
savaş Irak’ta nükleer silah olduğu iddiasıyla başlatıldıysa da bu iddia asılsız
çıkmıştır. Savaş sonunda Saddam Hüseyin’in iktidarı sona erdirilmiş ve
yakalanan Saddam idam edilmiştir. Çöl Fırtınası olarak bilinen II. Körfez
Savaşı ABD Başkanı Bush zamanında yapılmıştır.
9. UZAYDAKİ YARIŞ (Sputnik Krizi)
Uzay çalışmaları Sputnik ile başlamıştır. Sputnik, SSCB’ye
ait uzaya giden ilk yapay uydudur. Sputnik Krizi, 4 Ekim 1957’de SSCB’nin uzaya
fırlattığı ilk yapay uydu olan Sputnik’in ardından ABD ile SSCB arasında
yaşanan uzay yarışıdır.
1950’lerin başında hem ABD, hem de SSCB uzaya ilk uyduyu
fırlatmak için birbirleriyle yarış içine girmişlerdi. ABD’nin başarısız
denemelerinin ardından hiç beklenmedik bir anda SSCB, bir basketbol topu
büyüklüğündeki Sputnik–1 uydusunun yörüngeye oturtulduğunu açıkladı. Bu durum
ABD için tam bir şoktu. Çünkü bu olay teknoloji yarışında geri kalmak demekti,
SSCB’nin kıtalararası füzeler yapımındaki üstünlüğünü vurgulamaktaydı. Daha da
önemlisi bu denemeyi başaran SSCB’nin, nükleer bir silahı ABD üzerine gönderebileceği
paranoyası tüm Amerikalıların aklına girmişti. SSCB’nin, uzaya Sputnik’i
göndermesinin ardından ABD, ertesi yıl NASA’yı kurdu. SSCB, 3 Kasım 1957’de bu
kez uzaya giden ilk canlı olan Laika adlı köpeği taşıyan Sputnik–2 uydusunu da
başarıyla fırlatarak uzay çağı yarışında bir adım önde olduğunu gösterdi.
10. YUMUŞAMA DÖNEMİ’NDE DÜNYADA MEYDANA GELEN ÖNEMLİ
GELİŞMELER
1945’ten sonra kömürün yerini petrol almıştır.
SSCB’de Yuri Gagarin, Vost–1 ile 12 Nisan 1961’de uzaya
çıkan ilk insan oldu (Vostok–1 adlı uçakla 1 saat 45 dakikada dünyayı bir kez
turladı).
16 Temmuz 1969’da ise Neil Armstrong, Apollo–11 ile Ay’a ilk
ayak basan insan oldu (21 Temmuz).
1958’de ABD, NASA’yı kurarak ilk uydusunu uzaya gönderdi.
1960’larda Japonya’da hızlı tren seferleri başlamış, ayrıca
elektrikli ev aletlerinin çeşidi artmıştır.
Uzaya giden ilk ABD’li kadın, Sally Rider, 18 Haziran
1983’te Challenger ile uzaya çıkmıştır (Ayrıca uzaya çıkan en genç insandır).
Uzaya giden ilk canlı SSCB’nin Sputnik -2 füzesiyle Laika
adlı köpektir (1957).
1956 yılından itibaren Eurovision şarkı yarışması
düzenlenmeye başlamıştır.
ABD ve diğer Avrupa devletleri uydu çalışmaları yapmış
Uranüs ve Neptün gezegenlerine Voyager–2 gemisi gönderilmiştir.
1975’te ABD ve SSCB Apollo-Soyuz ortak uzay uçuşunu yaparak
bilimsel alanda önemli bir ortak işbirliği gerçekleştirmişlerdir.
ABD’li yazar Ernest Hemingway 1954’de, John Stainbeck
1962’de Nobel Edebiyat ödülünü aldı.
1960 yılından itibaren Avrupa Futbol Şampiyonası UEFA
tarafından 4 yılda bir düzenlenmeye başlandı.
Uzaya giden ilk kadın SSCB’den Valentina Tereshkova oldu (6
Haziran 1963’te Vostok-6).
1950’li yıllar ABD’de ırk ayrımcılığının arttığı yıllar
olmuştur. Bu dönemde siyahların direniş hareketinin lideri Martin Luter King
tarih sahnesine çıkmış ancak sonra öldürülmüştür.
20. yy. sonlarına doğru internet kullanımı ile bilgi
alışverişindeki hız artmıştır.
Elvis Presley (1935–1977) bu dönemin en önemli Rock’n Roll
müzisyenlerinden biridir.
TV’nin yaygınlaşması ile Amerikan sinemasının kalbi olan
Hollywood, büyük kriz yaşamıştır.
Amerika’da her yıl düzenlenen Sinema Ödülleri Oscarları’nı
elde etmek için birçok film şirketi kurulmuş, Avrupa’da ise sinema ödüllerinin
verildiği Cannes Film Festivali düzenlenmeye başlanmıştır.
Mc Donalds ve Disneyland gibi şirketler Amerikan kültürünün
yayılmasını sağlamışlardır.
I. Dünya Savaşında 1 kez, II. Dünya Savaşında 2 kez iptal
edilen olimpiyatların, siyasete alet edildiği de olmuştur. Bunların en bilineni
1936’da Berlin olimpiyatlarının açılışında Hitlerin yaptığı konuşmanın Nazi
propagandası niteliği taşımasıdır.
1979’da SSCB’nin, Afganistan’ı işgali üzerine ABD
öncülüğündeki 60 ülke 1980 Olimpiyatlarını boykot etmişlerdir. 1984 yılında ise
bu kez Los Angeles olimpiyatlarını SSCB ve Küba’nın aralarında olduğu 13 ülke
boykot etti.
Soğuk Savaş döneminde SSCB ve Doğu Bloğu ülkeleri
olimpiyatları boykot ettikten sonra 1928–52 arasında kendi aralarında
“Spartakiads” adını verdikleri spor müsabakaları yapmışlardır.
1975’te Münih Olimpiyatlarında, Filistin’in Kara Eylül
Örgütü, olimpiyat köyünü basarak, İsrailli 11 sporcuyu rehin alarak, bazılarını
öldürmüştür.
Afganistan’daki Taliban Örgütü 1996–2002 yılları arasında
Afganistan’ın olimpiyatlara katılımını engellemiştir.
Uyarı: 11 Eylül 2001’de ABD’nin ikiz kulelerinin
vurulmasıyla dünya yeniden bir siyasi kargaşa ortamına girmiştir. ABD’ye
yapılan terör saldırılarının ardından ABD, Afganistan’a müdahale etmiştir. ABD
bu müdahale ile Afganistan’da Taliban yönetiminin yıkılmasını sağlamıştır.
11. 1960–80 ARASI TÜRK DIŞ POLİTİKASI
Bu dönemde Türk dış politikasının birinci önemli unsuru
Kıbrıs meselesidir. İkinci önemli unsuru ise ABD ile olan ilişkilerdir. ABD ile
olan ilişkiler, Kıbrıs meselesinin iniş çıkışlarına göre değişen bir yapı
göstermiştir. Türk-ABD ilişkilerinin 1964–74 Kıbrıs buhranlarında ağır
sarsıntılar geçirmesi Türkiye-SSCB ilişkilerinin gelişmesine neden olmuştur.
Kıbrıs Buhranları: 1878’de Rusya karşısında zor durumda
kalan Osmanlı Devleti, Kıbrıs’ın yönetimini geçici olarak İngiltere’ye
vermişti. I. Dünya savaşı sırasında ise İngiltere, Kıbrıs’a el koydu. II. Dünya
savaşından ağır ekonomik kayıplarla çıkan İngiltere savaş sonrasında Kıbrıs’tan
çekildi. Bu gelişmeden sonra Yunanistan, Kıbrıs konusuna daha çok eğilmeye
başlayarak, 1954’te konuyu BM’ye taşıdı. Bu tarihten sonra Türkiye,
Yunanistan’ın amacının adaya sahip olmak olduğunu anlayınca konuyla daha
yakından ilgilenmeye başladı ve bu konuyu milli bir politika haline getirdi.
1950’lerin sonlarında Kıbrıs’ta bağımsızlık hareketi başladı
ve uluslararası antlaşmalara dayanan bir Türk- Rum Ortak Devleti kuruldu. Fakat
Rumlar, Kıbrıs Türklerinin kazanılmış haklarını ellerinden alma ve Kıbrıs’ın
tüm yönetimine el koyma yoluna gittiler. Rumlar adayı Yunanistan’a bağlamak
için çalışmalara başladılar. 1955’te Yunanistan, EOKA terör örgütünü kurarak
Rumları harekete geçirmiş, adada taşkınlık yaparak Rum halkını kışkırtarak
Anayasayı ve uluslararası antlaşmaları çiğnemiş oldular.
11 Şubat 1959 tarihinde Zürich Antlaşması ile Kıbrıs’ta
bağımsız bir Cumhuriyet yönetimi kurulması, Türk ve Rum toplumlarının
haklarının neler olacağı kararlaştırılmıştır. Zürich Antlaşması’nı aynı yıl
Londra Antlaşması takip etmiş, bu antlaşma ile Kıbrıs’ta bağımsız bir
cumhuriyet yönetimi kurulmasına karar verilmiştir.
Ayrıca garantörlük haklarından dolayı Kıbrıs’taki anayasal
düzeni koruma hakkı Türkiye, İngiltere ve Yunanistan’a verilmiştir.
Kıbrıs’ta ilk önemli buhran, Kıbrıslı Rumların ENOSİS’ten
vazgeçmemeleri ve 1960 Anayasasının Türklere tanıdığı hakları kabullenmemiş
olmalarıdır. Burada amaçları Türkleri adadan uzaklaştırıp ENOSİS’i
gerçekleştirmektir. Yani adayı Yunanistan’ın ilhak etmesini sağlamaktır. Bu
duruma tepki gösteren Türklerle, Rumlar arasında çatışmaların başlaması Kıbrıs
meselesini ortaya çıkarmıştır.
Kıbrıs, İngiltere’nin yönetimi altında iken İngiltere,
adanın Yunanistan’a bağlanmasını amaçlayan ENOSİS (Megalo idea çerçevesinde
Yunanistan’la birleşme) çabalarını arttırmış ve 1955’te EOKA adında bir örgüt
kurmuştur.
EOKA, Kıbrıslı Rumlar tarafından ENOSİS amacını
gerçekleştirmek amacıyla kurulmuştur. Kıbrıslı Rumlar, Türkleri yok etmek için
Aralık 1963’te saldırıya geçerek çocuk, kadın, yaşlı demeden onlarca
soydaşımızı öldürmüşlerdir. Türklere yapılan bu saldırılar sonucu birçok insan
hayatını kaybetmiş ve binlerce insan Kıbrıs’tan göç etmek zorunda kalmıştır.
1963’ten itibaren Kıbrıs Devlet Başkanlığını üstlenen
Makarios yönetimi altında Kıbrıslı Türklere girişilen saldırılar Türkiye’nin
ciddi endişeler duymasına neden olmuş, iki toplum arasındaki bölünme bu olaylar
sonrası derinleşmiştir. Bu gelişmeler üzerine Türk jetleri Kıbrıs üzerinde uçtu
ve Türkiye garanti antlaşması gereği Yunanistan ve İngiltere’yi harekete
geçirdi. Bu 3 devlet Lefkoşa’da iki kesim arasına girerek “Yeşil Hattı”
oluşturdular.
15 Temmuz 1974’te Yunanistan’ın Cunta desteğiyle Kıbrıs’ta
gerçekleştirilen ENOSİS amaçlı askeri darbe sonucu Makarios hükümetinin
devrilip, Kıbrıs Helen Cumhuriyeti’nin ilan edilmesi üzerine bu idareyi Türkiye
tanımadığını açıklamıştır. Çünkü Kıbrıs Anayasası ve Kıbrıs’la ilgili antlaşmalar
ihlal edilmiştir. Bütün bu gelişmeler Türkiye’nin kendi soydaşlarının geleceği
açısından endişe duymasına yol açmıştır.
Bu nedenle Türkiye, garantörlük hakkını kullanarak 20 Temmuz
1974 tarihinde Kıbrıs Barış Harekâtını başlatarak adaya asker çıkartmıştır. Bu
arada Yunan birliklerinin adada garantör olarak bulunan Türk birliklerine
saldırması çarpışmanın ada geneline yayılmasına neden olmuştur. Türkiye’nin
harekâtı üzerine, BM hemen harekete geçmiştir. Çünkü Türk- Yunan savaşı
ihtimali belirmiştir. İngiltere’nin araya girmesiyle Lefkoşa’yı iki bölgeye
ayıran “Yeşil Hat” üzerinde bir anlaşmaya varılmıştır.
22 Temmuz akşamı Türkiye, BM Güvenlik Konseyinin ateşkes
kararını kabul etmiştir. Bunun üzerine Türkiye, İngiltere, Yunanistan, Cenevre
Konferansı’nda toplandılar, adada 1960 Anayasal düzenini yeniden kuracak
kararlar aldılar. Ancak Rum ve Yunanlılar konferansta alınan kararlara
uymayınca (ateşkes hükümlerine de) Türkiye, Rum ve Yunan hükümetleriyle
anlaşmanın mümkün olmadığı kararına vararak, 14 Ağustosta başlayıp 3 gün
sürecek olan II. Kıbrıs Barış Harekâtını gerçekleştirdi. Bu harekât neticesinde
Kıbrıs’ta, Türk tarafının sınırları çizildi (Magosa-Lefke hattı Türk askerince
sınır haline getirildi).
Sonuç: Türk silahlı kuvvetlerinin gerçekleştirdiği 1. ve 2.
Kıbrıs Barış Harekâtları ile Kıbrıslı Türklerin can güvenliği sağlanmış,
Rumların ENOSİS hayali Akdeniz’in karanlık sularına gömülmüştür.
Türkiye’nin, Kıbrıs’a, 1. askeri harekâtını hukuki müdahale
olarak gören dünya devletleri, 2. harekâta işgal olarak bakmışlardır. 13 Şubat
1975’te Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin kurulması ile Rum kesiminin yönettiği
Kıbrıs Cumhuriyeti’nden ayrı olarak bir Türk devleti kurulmuştur. Böylece ada
ikiye bölünmüştür. 15 Kasım 1983’te de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC)
ilan edilmiştir. KKTC’yi tanıyan ilk dış ülke Bangladeş olmuştur.
Kıbrıs’ta, Türk ve Rumlar arasında yapılan tüm görüşmelerde
(Toplumlararası görüşmeler diye bilinir) Rumların uzlaşmaz tutumları nedeniyle
Kıbrıs meselesinde günümüze kadar bir sonuç alınamamıştır. Ayrıca ABD ve BM’nin
planları, Yunanistan ve Türkiye’deki hükümet darbeleri, görüşmeleri engellemiş
ya da kesmiştir. Bütün bu gelişmeler meselenin çözümünü iyice zorlaştırmıştır.
12. TÜRK- YUNAN İLİŞKİLERİNDE GÜNÜMÜZE KADAR SÜREN DİĞER
GERGİNLİKLER
Türkiye ile Yunanistan arasında
Kıbrıs Sorunu yanında;
Kıta Sahanlığı sorunu,
Adalar sorunu,
Hava Sahası (Fır Hattı Sorunu),
Kara
Suları Sorunu gibi sorunlar da yaşanmaktadır.
13. YUMUŞAMA DÖNEMİ’NDE TÜRKİYE ve ORTA DOĞU
Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleriyle ilişkilerinde 3 farklı
dönem yaşanmıştır:
a) 1. Dönem (1950–60 arası):
Bu dönemde Türkiye, SSCB’nin,
Ortadoğu’ya sızmaya çalışması ve Arap ülkelerinin de bu sızmayı kolaylaştırıcı
çalışmalarda bulunmaları nedeniyle Ortadoğu ülkeleriyle iyi ilişkiler
kurmamıştır. Hatta Türkiye, bu gelişmeler üzerine NATO’ya girmiştir.
b) 2. Dönem (1963–73 arası):
1963–64 Kıbrıs buhranlarından,
1973 Petrol Krizi’ne kadar geçen dönemde Türkiye, Ortadoğu ve Arap ülkelerine
yaklaşma politikasına ağırlık vermiştir. Artık Türkiye, Arap politikalarına
daha ılımlı yaklaşıp, onlarla yakınlaşmaya çalışmıştır.
Türkiye, İsrail’e karşı, Mısır, Ürdün, Suriye’ye yardım
etmiştir. Çünkü Türkiye’nin, Araplardan krediyle petrol almak ve krediyi ödemek
için Arap ülkelerine ihracatını arttırmaya ihtiyacı vardı.
c) 3. Dönem (1973 Petrol krizi sonrası):
1969’daki Mescidi
Aksa yangınına Türkiye’nin verdiği sert tepki, Türkiye’nin, Ortadoğu ve İslam ülkelerine
daha fazla yaklaştığının kanıtıdır. Türkiye, bu olay sonrası Fas’ta yapılan
İslam Zirve Toplantısı’na katılmış ve Araplarla ilişkilerini güçlendirmiştir.
Arap ülkelerinin tepkiyle karşıladıkları Camp David Antlaşması’nı Türkiye de
reddetmiştir.
Günümüzde Türkiye, Arap ülkeleriyle ilişkilerini
geliştirmekte ve uluslararası alanda Filistin’in haklarını korumaya
çalışmaktadır.
d) ASALA (Ermeni Terör Örgütü):
ASALA, 20 Ocak 1975
tarihinde Lübnan’ın Başkenti Beyrut’ta kurulan 1975 ile 1985 yılları arasında
faaliyet gösteren Ermeni terör örgütüdür. ASALA, ilk kez Beyrut’taki Dünya
Kiliseler Birliği Bürosuna yaptığı bombalı saldırı ile adını duyurmuştur. Asala
kendisini uluslararası devrim hareketinin bir parçası olarak görmekte, Türkiye
ve müttefiklerini düşman saymaktadır.
Örgütün Amaçları Şunlardır: Sözde Ermeni Soykırımını kabul
ettirmek ve Türkiye’yi soykırım nedeniyle tazminat ödemeye zorlamaktır. Asıl
büyük amacı ise Türkiye Cumhuriyeti’ni parçalamak ve doğu ve güneydoğu
Anadolu’yu kapsayan büyük bir Ermeni Devleti kurmaktır.
Asala’nın yoğun faaliyet alanları 1985 yılına kadar Türk Dış
Temsilcilikleri ve hava alanları olmuştur. Dış temsilciliklerimizdeki
elçiliklerimize silahlı terör eylemleri yaparak diplomatlarımızı
öldürmüşlerdir. (özellikle de 1970’den sonra). Örgütün en çok eylem yaptığı yer
Lübnan’dır. Daha sonra da Fransa’dır.
Asala’nın en önemli faaliyeti 15 Temmuz 1983’te THY’nin
Paris Orly Havalimanındaki bürosuna bomba koymasıdır. Bu olayda 8 kişi ölmüş 63
kişi de yaralanmıştır. Bu olaya Orly Katliamı denilmiştir.
Avrupa’nın kimi ülkeleri 24 Nisanı, sözde Ermeni soykırımı
günü olarak kabul etmişlerdir. Türkiye, önceleri bu sorunu önemsememiş,
Osmanlı’ya ait görmüştür. Ancak 1980 sonrası arşivlerin açılmasıyla Türkiye
haklı olarak karşı propaganda başlatmıştır.
Uyarı: 2004’te Kuzey Kıbrıslı Türkler, BM Genel Sekreteri
Kofi ANNAN’ın planına (Annan Planı) %65 evet oyu verirken, Rumlar %76 hayır oyu
vermişlerdir. Uyarı: Kıbrıs meselesi sırasında ABD ile Türkiye arasında
mektuplaşmalar da yaşanmıştır. ABD Başkanı Johnson, yolladığı bir mektup ile
Türkiye’nin Kıbrıs adasına yönelik düzenlediği barış harekâtını durdurmasını
istemiştir. Başbakan İsmet İnönü ise ABD’nin bu isteğini reddeden bir mektup
yazmıştır.
Uyarı: 1991’de Ermenistan Devleti’nin kurulması ile Asala en
önemli amacını gerçekleştirmiş oldu.
2008’de Kazakistan’da düzenlenen AGİT zirvesinde Ermenistan
bir kez daha soykırım iddialarını gündeme getirince konu tekrar gündeme
alınmıştır ve Türkiye’nin, Ermenistan’a 2005 yılında yaptığı Tarihçiler
Komisyonu kurulması önerisi doğru bir adım olarak kabul edilmiştir. Bu öneriyi
benimsemeyen Taşnak Partisi ve milliyetçi Ermeniler bu konunun irdelenmesini
istememekte AGİT’in kararını kabul etmemektedirler.
Günümüzde Türkiye ile Ermenistan arasında diplomatik bir
ilişki dahi bulunmamaktadır. Ancak Eylül 2008’de Ermenistan-Türkiye milli
maçına, Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, Ermenistan Devlet Başkanı
tarafından davet edilmesi ve Türkiye’nin daveti kabul etmesi ilişkilerin
gelişmesi açısından önemli bir adım olarak sayılmaktadır.
14. YUMUŞAMA DÖNEMİ’NDE TÜRKİYE’NİN İÇ POLİTİKASINDA MEYDANA
GELEN OLAYLAR
27 Mayıs 1960 Askeri Müdahalesi:
Siyasette demokratik özgürlüklerin, ekonomide liberal
görüşün savunucusu olan DP, 1950 seçimlerini kazanarak iktidara gelmişti. Ancak
DP, 1954 seçimlerini de kazanarak daha büyük bir çoğunluğa ulaştı.
DP’nin 1954 seçimlerinden sonra TBMM’de ezici bir üstünlük
sağlaması ve bazı kesimlere göre bu üstünlüğü anti demokratik bir şekilde
kullanmaya başlaması (basın, yargı ve üniversiteler üzerinde yoğun baskı
uygulayıp, özgürlükleri kısıtlaması) DP’nin özellikle kentlerdeki kitleleri
karşısına almasına yol açtı, parti içi muhalefeti de güçlendirmiş oldu.
1957’de ağırlaşan ekonomik bunalımın da etkisiyle ülkede
siyasi hava giderek elektriklendi. DP’nin, muhalefete, basına ve aydınlara
karşı baskı uygulaması, ekonomik ve siyasi alandaki hataları, partinin lideri
olan Menderes’in kendini tüm güçlerin üzerinde görmesi gerginliği iyice
arttırdı. CHP’ye yakın olan memur ve subaylar görevden uzaklaştırıldı. Hatta İsmet
İnönü’nün TBMM’deki konuşmaları bile engellendi.
1950’li yılların ortalarından itibaren ordu içinde DP
iktidarına son vermeye yönelik örgütlenmeler oluştu. 1957 seçimlerinden hemen
sonra başlayan olaylar muhalefet partilerinin de faaliyetleriyle ulusal birliği
tehdit eder duruma geldi. Bu arada oyları azalan DP’nin “İnce Demokrasiye
Paydos” sloganıyla hareket ederek çeşitli alanlarda aldığı sert tedbirler
üzerine, muhalefet ve öğrencilerin desteğiyle 27 Mayıs 1960’da gerçekleşen
askeri müdahale ile DP iktidarı son buldu.
Türk ulusunun birliğini, ülke bütünlüğünü ve Cumhuriyeti
korumakla görevli olan Türk Silahlı Kuvvetleri, “Kardeş kavgasına son vermek”
sloganı ile 27 Mayıs 1960 günü kansız bir askeri darbe ile DP’yi devirerek
fiilen iktidara el koymuştur. Daha sonra TSK’nın bünyesinde bulunan 37 subayın,
Orgeneral Cemal Gürsel liderliğinde oluşturduğu Milli Birlik Komitesi, bu darbe
ile mevcut anayasayı uygulamadan kaldırmış, TBMM’yi dağıtmış ve siyasi
partilerin faaliyetlerini askıya almıştır. Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan
Adnan Menderes ve üst düzey partililer tutuklanmıştır (Hatta Genel Kurmay
Başkanı bile). Cemal Gürsel önce Başbakan, 1961’den itibaren ise Türkiye’nin 4.
Cumhurbaşkanı olmuştur.
Darbenin amacı, kötü gidişi durdurarak demokratik ve
özgürlükçü bir düzen kurmaktı. Bunun için de yeni bir anayasa yapmak
gerekiyordu. Darbe hareketi sonucunda iktidara gelen ve subaylardan oluşan
Milli birlik Komitesi, gerekli hazırlıklara girişti. Bir kurucu meclis
oluşturuldu ve bu meclis, bir anayasa hazırladı.
Demokratik ve Özgürlükçü bir anayasa olan 1961 Anayasası,
halk oylaması sonucunda yürürlüğe girdi. Referanduma katılım %81 idi ve %61
oyla 1961 Anayasası kabul edildi.
1961 Anayasası kişilere temel hak ve özgürlükler alanında
geniş bir düzenlemeye gitmiş, vatandaşlara geniş sosyal haklar tanımıştır.
Parlamenter sisteme uygun güçler ayrılığı prensibine yer vermiştir. 1961
Anayasasının sağladığı bu liberal ortam sonucu aşırı sağ ve sol gruplar siyaset
sahnesinde yer almışlardır. Yine aynı yıl seçimler yapılarak silahlı kuvvetler
iktidarı, seçimi kazanan sivil yönetime bırakmıştır (15 Ekim 1961).
b) 12 Mart 1971 Muhtırası:
1960’ların sonrasında Adalet
Partisi iktidarı, kötüleşen siyasi ortamla baş edemeyince bir grup radikal
subay, radikal sosyal reformları yerine getirme görüntüsü altında uzun sürecek
bir askeri rejim kurmayı amaçladılar... Ancak 12 Mart Muhtırası bu radikal
hareketi engelleyen son dakika girişimi olmuştur.
1969’dan itibaren siyasi kargaşa ve kutuplaşmanın artması,
ordunun hükümete 12 Mart 1971 Muhtırasını vermesine ve Nihat Erim’in Başbakan
olduğu yarı askeri bir rejim kurulmasına yol açmıştır.
Uyarı: 27 Mayıs 1960 darbesi, TC tarihindeki ilk askeri
darbedir. Ancak bu müdahalenin daha sonraki darbelerden farkı, Türk Silahlı
Kuvvetlerinin emir- konuta zinciri içerisinde yapılmamış olmasıdır. Bunun en
açık kanıtı, Genel Kurmay Başkanının bile tutuklanmasıdır.
Bu dönemde temel hak ve özgürlüklerde kısıtlamaya
gidilmiştir. Bu muhtıra ile bu sefer, yürütmenin yetkileri genişletilmiştir.
Sıkıyönetim uygulamalarının kapsamı arttırılmıştır. Üniversitelerin ve TRT’nin
özerkliğine kısıtlama getirilmiştir. Bu süreçte Türkiye İşçi Partisi ve Milli
Nizam Partisi kapatılmıştır.
c) 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi:
12 Eylül Darbesi
Türkiye’de, Türk Silahlı Kuvvetlerinin 12 Eylül 1980 günü emir-komuta zinciri
içerisinde gerçekleştirdiği askeri müdahaledir. Bu müdahaleye 1980 İhtilali de
denilmektedir. Bu darbe, Türk silahlı kuvvetlerinin 27 Mayıs 1960 Darbesi ve 12
Mart 1971 Muhtırasının ardından Türkiye’de yönetime 3. müdahaledir.
Darbenin gerekçeleri ise; 1975–80 döneminde şiddet ve terör
olaylarının artması, hükümet ve meclisin işlemez hale gelmesi, ekonomik
sıkıntıların iyice artması ve uluslararası problemlerin yığılmasıdır. Ayrıca,
darbe öncesinde düzenlenen suikastlerle birçok aydın, milletvekili ve
bürokratın öldürülmesi, hükümet bunalımları, TBMM’nin bir türlü Cumhurbaşkanını
seçememesi, işsizlik sonucu ülkenin bunalıma sürüklenmesi, sağ-sol gerginliği
sonucu bireysel ve kitlesel siyasi cinayetler ve son olarak da şeriat amaçlı
düzenlenen Kudüs Mitingi, 1980 darbesine neden olmuştur.
12 Eylül Darbesi ile Süleyman Demirel’in Başbakan olduğu
hükümet’in görevine son verilmiş, TBMM kapatılmıştır. 1961 Anayasası
uygulamadan kaldırılmıştır. Siyasi partiler kapatılarak, Türkiye’de 9 yıl
sürecek olan askeri dönem başlamıştır. Parti başkanlarına siyasi yasaklar
getirilmiştir. Bu dönemde, Sıkıyönetim uygulamaları artmış, Türkiye’nin siyasi
gelenekleri alt-üst olmuştur. 1980 Askeri Darbesi, sosyal, ekonomik ve siyasal
yapıları bütünüyle değiştirmeye yönelik bir müdahaledir.
Darbenin diğer sonuçları ise şunlardır:
Binlerce kişi için idam kararı çıkmıştır.
1 milyondan fazla kişi fişlenmiştir.
14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarılmıştır.
30 bine yakın kişi yurt dışına kaçmıştır.
Birçok gazeteciye hapis cezası verilmiştir.
Birçok öğretmen ve hâkimin işine son verilmiştir.
Sakıncalı olduğu görülen birçok film yasaklanmıştır.
1972’den beri fiili olarak uygulanmayan idam cezalarının
hızlı bir şekilde infaz süreci başlamıştır.
d) 1961 ANAYASASI:
1960 Askeri Darbesi’nden sonra
hazırlanarak 9 Temmuz 1961’de kabul edilen 1961 Anayasası, 1924 Anayasasını
yürürlükten kaldırmıştır. 1961 Anayasasının hazırlanmasının nedeni 37 yıllık
bir dönemde gelişen politik yaşamın ve özellikle de çok partili siyasi ortamın
ihtiyaçlarına daha iyi cevap verebilecek bir anayasaya gerek duyulmasıdır.
1961 Anayasası ile Güçler Ayrılığı sağlanmıştır. Bu
Anayasada, yasama gücü; Cumhuriyet Senatosu ve Millet Meclisinin elinde
bulunmaktadır (2 Meclisli sisteme geçilmiştir.). Yasamadan çıkan kanunların
anayasaya uygunluğunu kontrol eden, Anayasa Mahkemesi kurulmuştur. Bu anayasa ile
Yürütmenin gücü sınırlandırılmış, yürütmenin tüm eylemleri Danıştay’ın
denetimine verilmiştir. Yani TBMM egemenlik hakkını kullanan tek organ olmaktan
çıkmıştır.
TBMM’nin yanında, üniversite mezunlarından oluşan Cumhuriyet
Senatosu kurularak iki meclisli yasama süreci başlatılmıştır. TRT ve
Üniversiteler özerkleştirilmiştir. Anayasa ile özgürlük ortamının
iyileştirilmesi sendikacılık hareketlerinin hızlanmasına, sağ-sol hareketlerin
siyasal alanda etkinliğinin artmasına yol açmıştır (Bu durum 1960 ve 70’li
yıllarda Türkiye’yi kanlı olaylara sürükledi).
1961 Anayasa’sı ile tam parlamenter sisteme geçilmiştir.
Demokratik, sosyal ve hukuk devleti anlayışı gelişmiştir. Çoğulcu demokrasi
ilkesi benimsenmiş, siyasi partiler vazgeçilmez olmuştur. İşçilere grev hakkı,
memura sendika kurma hakkı verilmiştir
.
e) 1982 ANAYASASI:
1982 Anayasası hazırlanan anayasalar
içerisinde en sert olanıdır. Çünkü değiştirilmeyecek maddeleri diğer
anayasalarda yer alandan daha fazladır.
12 Eylül 1980 Darbesi sonrasında hazırlanmış ve 18 Ekim 1982
tarihinde kabul edilerek yürürlüğe girmiştir. 1980–83 yılları arasında yönetimi
elinde bulunduran Askeri Cunta idaresi altında kaleme alınmıştır. Son olarak
2004’te AB reformları çerçevesinde kısmi değişikliklere konu olmuştur.
1982 Anayasası, toplam 8 bölümden oluşmaktadır. Türk
anayasaları içerisinde hem madde sayısı hem de içeriği bakımından en uzun
olanıdır. 1982 Anayasasında Yasama, Yürütme, Yargı kesin çizgilerle olmasa da
birbirinden ayrılmış, Yürütme güçlendirilmiştir. 1961 Anayasasının getirdiği
çift kanatlı Parlamento sistemi terk edilmiş ve tek meclisli sisteme geri
dönülmüştür.
Uyarı: Bütün bu olumsuz gelişmeler Türkiye’nin “Avrupa
Konseyi” üyeliğinin askıya alınması sonucunu da doğurmuştur.
Bu anayasaya genel olarak bakacak olursak (1982 Anayasası
orijinal halinde iken); genel manada bireyin temel hak ve özgürlüklerini devlet
karşısında sınırlayan, baskıcı bir rejim kurma idealinin bir yansıması olarak
ortaya çıkmıştır. Bu nedenle anayasa pek çok eleştiriye maruz kalmış ve anayasa
pek çok değişikliğe uğramıştır. Özellikle Türkiye’nin, AB’ye girme konusunda
çalışmalar yapması, anayasada yer alan bazı maddelerin değiştirilmesinde etkili
olmuştur: İdam cezasının kaldırılması, seçme yaşının 18’e düşürülmesi, DGM’nin
kaldırılması, siyasi partilerin kapatılmasının zorlaştırılması, MGK
sekreterinin sivil kişilerden oluşması, Cumhurbaşkanlığı süresinin 5 yıla
düşürülmesi gibi önemli değişikliklere uğramıştır.
7 Kasım 1982’de yapılan referandum sonucunda seçmenlerin
%82’si bu anayasaya evet demişlerdir. 1982 referandumunda oyların çok yüksek
oranda evet çıkmasının nedenleri ise şunlardır: MGK’nın partiler üstü görünümü…
Medyanın sıkı denetim altında tutulması… Siyasi partilerin kapatılmış ve
değişik görüşlerin ortadan kaldırılmış olması… 1980 öncesinin halkta derin
izler bırakmış olması… Şiddet olaylarına tepki… Eski siyasi iktidarlara
güvensizlik ve referandum sonucunda hayır çıkması halinde olacakların
belirsizliği sayılabilir.
f) 1961 – 1982 Anayasalarının Hak ve Özgürlükler Açısından
Karşılaştırması:
1961 ile 1982 Anayasaları referanduma başvurularak
hazırlanmıştır. Oysa 1921 ile 1924 Anayasalarında halk oylaması yoktur.
1961 ile 1982 Anayasaları ülkede yaşanan askeri darbeler
sonucu hazırlanmıştır.
1961 Anayasası 1971 yılında yapılan değişiklikler ile önemli
ölçüde değişmiştir.
1961 Anayasası hak ve özgürlükler açısından önceliği kişiye
vermiş, buna karşın 1982 Anayasası önceliği kişiye değil devlete vermiştir.
1982 Anayasası 1961 Anayasasına göre daha az katılımcı bir
demokrasi modelini benimsemiştir.
1982 Anayasası güçlendirilmiş bir Cumhurbaşkanı ve MGK ile
askerin siyasal sisteminin nihai koruyucusu ve hâkimi olmasını sağlamıştır.
Yani 1982 Anayasası Meclisi zayıflatmıştır.
1982 Anayasası 1961’e göre milli iradeye, siyasal partilere,
sendikalara ve sivil toplum örgütlerine daha az güvenmekte ve bazı hak ve
özgürlüklere kısıtlama getirmektedir.
1961 Anayasası döneminde sadece Demokrat Parti kapatıldığı
halde 1982 Anayasası döneminde bütün siyasi partiler kapatılmıştır.
12 Eylül 1980’de iktidarı ele alan Milli Güvenlik Konseyi’nin
otoritesi altında, halk oylaması ile yürürlüğe giren 82 Anayasasını hazırlayan
Kurucu Meclis, 61’deki Kurucu Meclisten farklıdır.
1961 Anayasasında Milli Birlik Komitesi daha geri planda
iken, 1982 Anayasasında Milli Güvenlik Konseyi çok etkilidir.
g) Yeni Siyasi Partilerin Kurulması ve 1983 Seçimleri:
12
Eylül 1980 askeri müdahalesinden sonra, 1983 seçimlerine Süleyman Demirel’in
Adalet Partisi, Deniz Baykal’ın CHP’si, Hüsamettin Cindoruk’un Büyük Türkiye
Partisi’nin katılmasına izin verilmiştir.
Büyük Türkiye Partisi’nin devamı niteliğinde olan Doğru Yol
Partisi, Sosyal Demokrasi Partisi ve Refah Partisi’ne “Yasaklılar” denmiştir.
Milli Güvenlik Konseyi tarafından genel seçimlere katılmaları uygun bulunan
Milliyetçi Demokrasi Partisi, Halkçı Parti ve Turgut Özal’ın liderliğindeki
Anavatan Parti’sine “İcazetliler” (6 Kasım Partileri) denilmiştir.
Yapılan genel seçimlerde 1. parti Anavatan Partisi, 2. parti
Halkçı Parti, 3. parti ise Milliyetçi Demokrasi Partisi olmuştur. Seçimlerden
sonra bazı milletvekillerinin parti değiştirmesiyle Doğru Yol Partisi ve Sosyal
Demokrasi Partisi de meclise girebilmiştir. İleriki süreçte alınan başarısız
sonuçlardan dolayı Milliyetçi Demokrasi Partisi kendisini feshetmiştir.
12 Eylül 1980 ile 6 Kasım 1983 tarihleri arasında Türkiye’yi,
Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ve Kuvvet Komutanlarından oluşan 5 kişilik bir
Milli Güvenlik Konseyi yönetmiştir.
Bu arada TBMM’ye giren 3 partiden Turgut Özal’ın
liderliğindeki ANAP iktidara gelmiştir. Ülkeyi siyasal bir kargaşa ve kamplaşma
ortamından uzaklaştırmak isteyen Turgut Özal, ekonomide de liberal politikalar
izleyerek kamuoyunun desteğini almayı başarmıştır. Ayrıca Turgut Özal,
1989–1993 yılları arasında Türkiye’nin 8. Cumhurbaşkanı olarak görev yapmıştır.
15. YUMUŞAMA DÖNEMİ’NDE TÜRKİYE’DE YAŞANAN EKONOMİK, SOSYAL,
KÜLTÜREL GELİŞMELER
1960 yılından itibaren artan nüfus nedeniyle yurt dışına bir
göç hareketi başlamış, büyüyen şehirlere ise iç göç yaşanmıştır. Bu dönemde
ulaşım ve iletişim konularına da ağırlık verilmiştir.
1947–1953 yıllarında tarım üretimi 2 katından daha fazla
artmış, çiftçiyi topraklandırma kanunu ile devlet arazileri çiftçilere
dağıtılarak üretimin artması sağlanmıştır.
1950 yıllarında yaşanan Kore Savaşı, Türk ekonomisini
olumsuz yönde etkilemiştir. Fiyatlar yükselmiş, dışarıdan ülkeye giren döviz
gelirleri büyük oranda azalmıştır.
1958 yılında Türk parası değer kaybetmeye başlamış, ülkede
Devalüasyon yaşanmıştır. Bu gelişmeler üzerine Türkiye, uluslararası para fonu
olan IMF’den ilk kez Adnan Menderes’in Başbakanlığı sırasında dış borç almıştır.
1960 yılındaki askeri darbeden sonra ekonomik konuları
yürütecek ve planlayacak Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) kurulmuştur. Bu
kuruluş ilk olarak Beş Yıllık Kalkınma Planları (1963–1968) hazırlamış, böylece
eğitim, sağlık ve bölgesel farklılıkları ortadan kaldıracak önlemler alınmaya
çalışılmıştır.
Resesyon: Ekonomide durgunluktur. Uzun sürerse ekonomik
çöküş olarak isimlendirilir. 1973 Dünya petrol krizi, dış borç ödeyen
Türkiye’yi zora sokmuş, bu durum Türkiye’yi ekonomik resesyona (durgunluğa)
sürüklemiştir.
1950’li yıllardan itibaren Türkiye’de sinema kültürü
oluşmaya başlamış, Yeşilçam diye adlandırılan sektörde birçok alanda sinema
filmleri çekilmiştir. Bu filmlerin içinde Metin Erksan’ın yönettiği “Susuz Yaz”
filmi Berlin’de 1963 yılında “Altın Ayı” ödülünü almıştır.
1973’te Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO),
Yunanistan’ın, Ege denizindeki faaliyetleri üzerine Ege’de petrol aramaya
başlamıştır.
1980 Askeri Darbesi sonunda 24 Ocak kararları olarak bilinen
ekonomik kararlar alınmış, böylece enflasyonu önlemek, ihracata dayalı bir
üretime geçmek amaçlanmıştır. Bunun için önce devalüasyon yapılmıştır. 1 Dolar
47 liradan 70 liraya çıkmıştır.
1993 yılındaki 5 Nisan kararları ise, ülkede büyük bir
devalüasyonun yaşanmasına yol açmıştır. Bu gelişmeler üzerine halkın satın alma
gücü azalmış, ülkede işsiz sayısı giderek artmıştır.
1940 yılında 20 milyon nüfusa sahip Türkiye, 2000’li
yıllarda 70 milyona ulaşmıştır. Bu durum beraberinde birçok sorunu getirmiştir
(Göç, işsizlik, sağlık sorunları, eğitim, çarpık kentleşme, gecekondulaşma
vb.).
Türkiye’de ilk TV yayını İTÜ’nün ardından TRT
gerçekleştirmiş, 31 Ocak 1968’den itibaren TRT, Ankara’da haftada üç gün deneme
yayını yapmaya başlamıştır.1982 yılından itibaren ise TRT ilk renkli TV
yayınını gerçekleştirmiştir. 1984’de ise tümüyle renkli yayına
geçilmiştir.1990’lı yılların başından itibaren özel kanallar kurulmaya
başlanmış, Türkiye 1996 yılında ilk kez İnternetle tanışmıştır. Ayrıca uzaya
TÜRKSAT-1B uydusu gönderilmiştir.